21 Aralık 2009 Pazartesi


HADİ İÇELİM...

Üşüdüm gene;
Uzağa gönderdim gene birini üstelik istediğimde görüp sıcaklığını,asla duyamacağım kadar uzağa.Sarılırken eğilmekten sırtın ağrımayacak,sırık dizlerine çök uzanamıyorum demeyeceğim sana,emret canım deyip dizlerinin üsütüne çökmeyeceksin o yüzündeki sıcak gülüşle sımsıkı sarılmayacaksın.
Nefes alamazken yanı başımda bitmeyeceksin, HADİ İÇELİM diyende olmayacak o serseri bakışlarınla bir parçamda senle gitti,kaç parça daha varım ? Kaç parçadır insan?

7 Kasım 2009 Cumartesi


Lanetlenmiş Kadınlar Charles Baudelaire

(Dephine ile Hippolyte)

Hippolyte, lambaların solgun ışığı vuran
Mindelerlere uzanmış sessizce duruyordu,
Ve toy gençkızlığının perdesini kaldıran
Güçlü okşayışları, dalgın, düşünüyordu.

Sabah uyandığında nasıl başını yolcu
Çevirip mavi ufka bakarsa, tıpkı öyle,
Henüz uzaklardaki gökleri arıyordu
Fırtınalı bir anın ürküttüğü gözlerle.

Ölgün halkalardaki o tembel gözyaşları,
Bitkin, perişan hali, şehvetli üzgün teni,
Hurda silahlar gibi terk edilmiş kolları
Ve her şey süslüyordu narin güzelliğini.

Dişlediği avını öldürmeyip gözleyen
Güçlü bir hayvan gibi, Delphine, eteklerinde,
Dingin ve kıvanç dolu, baktıkça alevlenen
Gözlerini örtmüştü Hippolyte'in üstüne.

Güçlü güzellik ince güzellik önünde diz
Çökmüş ve şarabını içerken utkusunun,
Dermek istercesine ağzından tatlı bir söz,
Uzanıyordu ona doğru, sevdalı, tutkun.

Kurbanının gözünde arıyordu durmadan
Arzunun şakıdığı sessiz ilahileri
Ve uzun ahlar gibi gözkapağından çıkan
Şükran duygularını, o tatlı sözcükleri.

-Dedi: nedir düşüncen, ne dersin olanlara?
Hoyratça soldururlar, Hippolyte, tatlı yürek,
İlk güllerin kutsal adağını o kaba,
O yaban soluklara asla sunmaman gerek.

Benim öpüşüm, akşam, büyük, saydam gölleri
Okşayan susineği gibi yumuşacıktır,
Erkeklerin dudağı saban demiri gibi,
Tekerler gibi oyar, acı izler bırakır;

Atlar, öküzler gibi geçerler üzerinden,
Çiğnenirsin altında insafsız ayakların,
Hippolyte, kızkardeşim, yüzünü bana dön sen,
Ruhumsun, her şeyimsin ve öteki yanımsın,

Kutsal merhem, çevir o yıldızlı gözlerini,
Bir tek bakışın bana yeter, ey tatlı bacım,
Daha loş arzuların kaldırıp perdesini
Sonsuz düşler içinde seni uyutacağım!

Hippolyte genç başını kaldırdı usul usul:
-Pişmanlık duymuyorum, hiç de nankör değilim
Ama, ağır bir akşam yemeği yemiş gibi
Sıkıntılı ve öyle endişe içindeyim.

Sanki kanlı bir ufkun her yandan kapattığı
İşlek, uzun yollara beni sokmak isteyen
O yoğun ve o kara hayalet taburları
Çökmüşçesine ağır bir yük altındayım ben,

Diyebiliyorsan de bana, dehşetim, ruhum,
Yakışıksız, garip bir eylemde bulunduk mu?
Sen meleğim! dedikçe korkudan titriyorum,
Yine de dudaklarım gidiyor sana doğru.

Kalbimin sonsuza dek sahibi, kızkardeşim,
Artık tek düşüncemsin, öyle bakma yüzüme,
Beni yakacakları ateş ve cehennemim,
Günahımın ilki, ilk nedeni olsan bile

Öfkeyle silkeleyip perişan yelesini,
Delphine, demir kürsüde tepinir gibi, birden,
Gözleri çakmak çakmak, güçlü bir sesle, dedi:
-Kim söz edebilirmiş Aşk varken Cehnnemden?

Binlerce lanet olsun, o ilk hayalci kimse,
Lanet o budalaya, o dürüstlük satana,
Çözümsüz ve kısır bir sorunu benimseyip
Aşka dürüstlük denen saçmalığı katana!

Serin ile sıcağı, gündüz ile geceyi
Gizemli bir uyumda görmek isteyen bir kaz,
Bir işe yaramayan inmeli bedenini
Sevda denen o kızıl güneşte ısıtamaz!

Git, istersen aptal bir nişanlı bul kendine;
Kızoğlankız bir kalbi hoyrat öpüşlere sun;
Koşa koşa, dağlanmış göğsünü, bil ki, yine
Bana getireceksin, azapla dolu, solgun...

Bu dünyada herkesin bir tek sahibi vardır!
Çocuk birden acıyla haykırdı: -duyuyorum,
Şu an tüm varlığımda, benliğimde derin bir
Uçurum açılıyor; kalbimdir bu uçurum!

Volkan gibi yakıcı -ve boşluk gibi derin!
Euménide'in, elinde meşale, kanına dek
Yaktığı bu ejderin, bu inleyen yüreğin
Kanmayan susuzluğu dinmiyor, dinmeyecek.

Kopalım bu dünyadan, perdeleri çekelim,
Dinlendirsin öpüşler yorgun yüreğimizi!
Derin göğüslerinde yok olmak, tüm dileğim,
Ve bulmak mezarların uzak serinliğini!

-İnin, durmadan inin, ey acıklı kurbanlar,
İnin, sonsuz, ölümsüz cehennemin yolundan
Uçurumun dibine dalın, orda tüm suçlar
Kamçılanıp göklerden gelmeyen bir rüzgârla

Kaynar, fırtınaların, kasırgaların korkunç
Uğultusunda, koşun en son noktasına dek
Arzuların, ki onlar dinmek bilmeyecek hiç
Cezanız tutkunuzun karşılığı olacak;

Tek serin ışık sızmayacak mahzeninize
Ve işte, yarıklardan, sokak feneri gibi
Yanan kızgın mikroplar giriyor içeriye,
Korkunç kokularıyla kaplıyor gövdenizi.

Kıvancınızın buruk, doyumsuz kısırlığı
Susuzluğu dindirip derinizi geriyor,
Şehvetli teninizin öfkeli rüzgârları
Etinizi bir bayrak misali titretiyor.

İnsanlardan uzakta, gezginler, hükümlüler,
Koşun aç kurtlar gibi çöllere akın akın;
Yazgınızı kendiniz yazın, düzensiz ruhlar,
İçinizde kökleşen sonsuzluktan sakının!

Türkçesi: Erdoğan Alkan

Damned Women Charles Baudelaire

(Delphine and Hippolyta)

Over deep cushions, drenched with drowsy scents
Where fading lamplight shed its dying glow,
Hippolyta recalls and half-repents
The kisses that first thawed her youthful snow.

She sought, with tempest-troubled gaze, the skies
Of her first innocence, now far away,
As travellers who backward turn their eyes
To blue horizons passed at break of day.

Within her haggard eyes the tears were bright.
Her broken look, her dazed, voluptuous air,
Her vanquished arms like weapons shed in Right,
Enhanced her fragile beauty with despair.

Stretched at her feet Delphine contented lay
And watched with burning eyeballs from beneath
Like a fierce tigress who, to guard her prey,
Has set a mark upon it with her teeth.

Strong beauty there to fragile beauty kneeling,
Superb, she seemed to sniff the heady wine
Of triumph: and stretched out to her, appealing
For the reward of raptures half-divine.

She sought within her victim's pallid eye
Dumb hymns that pleasure sings without a choir,
And gratitude that, like a long-drawn sigh,
Swells from the eyelid, swooning with fire.

"Hippolyta, dear heart, have you no trust?
Do you not know the folly that exposes
To the fierce pillage of the brawling gust
The sacred holocaust of early roses?

My kisses are as light as fairy midges
That on calm evenings skim the crystal lake.
Those of your man would plough such ruts and ridge
As lumbering carts or tearing coulters make.

They'll tramp across you, like a ruthless team
Of buffaloes or horses, yoked in lust.
Dear sister, turn your face to me, my dream,
My soul, my all, my twin, to whom I trust!

Turn me your eyes of deepest, starry blue.
For one of those deep glances that you send,
I'd lift the veil of darkest joys for you
And rock you in a dream that has no end."

But then Hippolyta raised up her head,
"No blame nor base ingratitude I feel,
But, as it were, a kind of nauseous dread
After some terrible, nocturnal meal.

I feel a swooping terror that explodes
In legions of black ghosts towards me speeding
Who crowd me on to swiftly moving roads,
That, sliced by sheer horizons, end up bleeding.

Have we done something monstrous that I tremble?
Explain, then, if you can; for when you say,
'Angel', I cower. Yet I cannot dissemble
That, when you speak, my lips are drawn your way.

Oh, do not fix me with a stare so steady
You whom I love till death in still submission,
Yes, even though you, like an ambush ready,
Are the beginning of my own perdition."

Then Delphine stamped and shook her tragic mane,
And, like a priestess, foaming and fierce, and fell,
Spoke in a lordly and prophetic strain
— "Who dares, in front of Love, to mention Hell?

Curbed forever be that useless dreamer
Who first imagined, in his brutish mind,
Of sheer futility the fatuous schemer,
Honour with Love could ever be combined.

He who in mystic union would enmesh
Shadow with warmth, and daytime with the night,
Will never warm his paralytic flesh
At the red sun of amorous delight.

Go, if you wish, and seek some boorish lover:
Offer your virgin heart to his crude hold,
Full of remorse and horror you'll recover,
And bring me your scarred breast to be consoled...

Down here, a soul can only serve one master."
But the girl, venting her tremendous woe,
Cried out "I feel a huge pit of disaster
Yawning within: it is my heart, I know!

Like a volcano burning, deep as death,
There's naught that groaning monster can assuage
Nor quench of thirst the Fury's burning breath
Who brands it with a torch to make it rage.

Let our closed curtains isolate the rest,
Until exhaustion bring us sleep, while I
Annihilate myself upon your breast
And find in you a tomb on which to die."

Go down, go down, poor victims, it is time;
The road to endless hell awaits your lusts.
Plunge to the bottom of the gulf, where crime
Is flagellated by infernal gusts.

Swirling pell-mell, and with a tempest's roar,
Mad shades, pursue your craving without measure:
Your rages will be sated nevermore,
Your torture is begotten of your pleasure.

No sunbeam through your dungeon will come leaking:
Only miasmic fevers, through each chink,
Will filter, like sick lanterns, redly streaking,
And penetrate your bodies with their stink.

The harsh sterility of all you relish
Will swell your thirst, and turn you both to hags.
The wind of your desire, with fury hellish
Will flog your flapping carrion like wet flags.

Far from live folk, like werewolves howling high,
Gallop the boundless deserts you unroll.
Fulfill your doom, disordered minds, and fly
The infinite you carry in your soul.

Roy Campbell, Poems of Baudelaire
(New York: Pantheon Books, 1952)

2 Ağustos 2009 Pazar

Mohsen Namjoo ((ey Sareban))

http://www.youtube.com/watch?v=MUnhQOZcqE0 ( Tıklayın dinleyin okuyun tercümesiyle.)


Parçanın Türkçe tercümesi, hatasıyla sevabıyla aşağıdaki gibidir:

Ey kervancı, ey kervan!leyla’mı nereye götürüyorsun,leyla, canım ve yüreğim olduğu halde?
Ey kervancı, leyla’mı niçin götürüyorsun,birbirimize yalnızken verdiğimiz sözlere tanrı şahitken?ve aşkımızın karar kılmadığı hiçbir yer yokken?

Ey kervancı, leyla’mı nereye götürüyorsun,ey kervancı, leyla’mı niçin götürüyorsun,
İnancımın tamamı geçici dünyaya dairaşkın kıvılcımları yaşamın kendisi olmuşoysa yarin hatırası aşkın bir damlasından bile güzeldir aşık olmanın ateşi yaşamdan daha özgedir.
Tanrım kalplerdeki sevgiyi daima o kalplerde bırak, benim kalbimde bıraktığın gibi ve leyla ile mecnun efsane oldular oysa bizim hikayemiz sonsuzluğa erişti.

Sen şimdi aşkımın tek göstergesisin hüznümün, güzümden okunmayan hali bu hüznün elinden hangi hallerdeyim bilmiyorsun,senden sonra var olmadım ben tanrı biliyor kalbimin yapraklarını gör ve git tufan gibi inşa et hüznün dallarını gül idik, gülleri derip gitki ben gül ağacıydım tufanın ayakları dibinde oturan vücudunun bütün dallarını tabiatın hışmıyla kır.
~




Parçanın farsça sözlerinin okunuşu şu şekildedir:
ey sârebân, ey kârevân, leylâ-yi men kocâ mî berîbâ borden-i, leylâ-yi men, cân u dil-i merâ mî berîey sârebân kocâ mî revî leylâ-ye mân çerâ mî berî
der besten-i peymân-e mâ tenhâ govâh-e mâ şod hodâtâ în cehân ber pâ boved in aşk mâ bemâned be câ
ey sârebân kocâ mî revî leylâ-ye mân çerâ mî berîey sârebân kocâ mî revî leylâ-ye mân koca mî berî
temâmî-ye dînem be donyâ-ye fânîşerâr-i aşkî ki şod zendegânîbe yâd-i yârî hoşâ katre eşkî be sûz-e eşkî hoşâ zindegânî hemîşe hodâ yâ mehebbet-i dilha be dilhâ bemâned besân-e dil-i mâ ki leylî u mecnûn fesâne şevedhikâyet-i mâ câvidâne şeved
to eknûn ze aşkem girîzânîgamem râ ze çeşmem nemî hânîder in gam çe hâlem nemî dânîpes ez tô nebûdem berâye hodâto merg-e dilem râ bebîn u berûçû tûfan sehtî ze şâhe-i gamgol-e hestîem râ be-çîn o berûki hestem men ân direhtî ki der pây-e tûfân nişestiheme şâhehâ vucûdeşze heşm-e tebiet şikeste.

10 Mayıs 2009 Pazar

Kalplerinde aşk işaretiyle doğarlar kimileri...

Kalplerinde aşk işaretiyle doğarlar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar, hayata ve insanlara merhamet duyarlar ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşayamazlar...

Aşk işaretiyle doğanlar, yaşarken dünyaya talip olamazlar... Bilirler ki ne isteseler, neyi alsalar, ne kazansalar, aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları, teselli etmez... Gönüllü sürgündür onlar... Gizliden gizliye, hissederler bunu... Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere. Kopup geldikleri ışığa olan inançları ne kadar büyükse, içlerindeki acı o kadar derindir... Bu acı, hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri... Bu acı, hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye var olduklarını...

Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden... Yorulur kendisini anlata-mamaktan... “Sevgilim!” der, “sevgilim!” ama sevgilim dediği yanında değildir, bilir... Bazı günler insan soluksuz kalır, içindeki sevgili olmasa bile, karşısındakine deliler gibi sarılır... O olmadığını bile bile, sonsuz bir umutsuzlukla sarılır... İnsan soluksuz kalmayagörsün, sevgili diye bütün yanlışlarına, bütün kaçışlarına, kendine yaptığı ihanetlere sarılır... İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye-görsün, her şey olmak, her yere yetişmek için bu hayata düşer... Her şey olduğunu, her yere yetiştiğini sandığı anda, ortada kendisi yoktur artık... Kaybolmuşluğa çok yakındır... Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır... Daha az acı çekiyordur artık... Ama artık daha mutsuzdur eskisinden... Daha mutsuzdur, o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...

Soluksuz kaldığımı kendimden bile sakladığım bir gündü... Kaybolmuşluğa yakındım... İçimdeki acı hızla eksili-yordu... Işık soluyordu; soluyordu, tıpkı sesim gibi... Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi... Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi, neyi kirlettiğimi... Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden, kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı... Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız hiç önemli değil... Gerçekten değil... Kaybolmuş insanlar birbirini çabucak buluyor... Umutsuzluk, umutsuzluğu çağırıyor... Konuşmaya susamıştık... Sanki ikimiz de dilini, kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye... Oysa böyle bir şey yoktu, hep buradaydık... Işığımızdan koptuğumuz yerde... O ışığı orada bırakıp bu dünyaya, bu hayata gönül indirdiğimiz, her şeyde, her yerde olduğumuzu sandığımız yerde... Hep o soluksuz kaldığımız yerde... Daha vakit var, o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimiz de... Belki aynı gece, belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik... Susuz ve yorgun... Yaşamaya köpekler gibi aç, ama ölüme dünden razı...

Bana geldik... Belki içimizdeki acıyı avutur, koptuğumuz ışığı ikna eder, biraz olsun hiç yaşamamış, hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar, içimizden bir ömür çalar, yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır, buradan, bu hayattan yolumuza devam ederiz, sanmaya geldik... İçtik, şımardık, ağladık, hayatı özledik, çığlık attık; ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırık kalp, onca vazgeçiş, onca erteleyiş, onca unutuluş, bir gecede bağışlanır sandık... Ama olmadı... Bunu ilk ve son kez sevişirken anladık... Birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda... Aynı andı, belki de peş peşe, derinden, çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi, kesik kesik, ağlamaya başladık... Engel olmaya çalışsak da yine de kahredici bir hoşluğu vardı, bu ağlayışın içimizde... Bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu... Geçmişimiz bizi geri çağırıyordu... Gidecek bir yerimiz yoktu ama kaybolmamıştık... Bu yüzden, kahredici bir hoşluğu vardı gözyaşlarımızın...

Sonra, sabah oldu... Sonra, acı ve özlemin yerini, utangaç bir boşluk aldı... Bütün o eksik hazların yerini, derin bir suçluluk duygusu aldı... Sonra o gitti, yaramda hiç unutmayacağımız bir ürperti bırakarak gitti... Yaram ki kimse onun kadar beni anlayamaz; yaram ki kimse onun kadar beni sevemez... Gözlerimden çok, içimdeki yaramı sevdim... Çünkü ondan başka kimse, bana beni göstermedi. Herkese ama herkese yalan söyledim, ama bir tek o biliyor hepsini... Bir tek o gördü, beni kendimi aldatırken... Onu unutmaya çok çalıştım... Yok saymaya... Hayat diye, içine girmediğim akvaryum kalmadı... Her mevsim, mutluluk modaydı... O akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım... Yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım... Akvaryumun içinde, herkes gibi camların dışında bir yeri özledim... Bana ait olmayan bir hayatta, hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla, akvaryumun dışını özledim... Yaramı unutup neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim... Bilmiyorum, belki bunu da kendi yaramı unutmak için yaptım hep... Sonunda anladım ki nereye gitsem, sonunda yarama dönüyorum... Ne yapsam, ne etsem, döndüğüm tek yer, yine o eski kalbim... Bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigâr... Ne kadar sevse de insan, tükenip yorulduğu bir saat var... Herkesin bencil bir ömrü var... İşte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi, onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi, çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım... Mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden, hayatlardan, yorgun ve bencil sevgilerden utanarak... Sanki, kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım... Güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte... Kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben... Onu her arzulayışımda, karşıma Tanrı çıkar. Beni böyle eksik, böyle yarım, böyle susuz, böyle bir başına o bırakmıştır... Tanrı vardır ve benim sonsuz susuzluğum ondandır...

Bu susuzluğu hissettiğim andan beridir, hayattan korkmamayı öğrendim... Kime dokunsam, Tanrı ya sonsuz bir yakarış; kime dokunsam, o büyük kopuşun sancısıydı; kime dokunsam, kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi... Kime dokunsam, eksik ve yanlış bir Tanrı’ya dokunmak gibiydi... Tanrı’yı unutmak, içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen... Böyle zamanlarda, kalkıp giden her şeyin peşine takılırım... Bütün zamanların, bütün trenlerin, bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim... Farklı olmak adına, kendim olmak adına, herkes gibi olmak adına, koşarım giden her şeyin ardından... İçimdeki Tanrı’yı, içimdeki aşkı, soluksuz, kimsesiz bırakarak, koşarak giderim her şeyin ardından... Kendimi hatırlamamak için, her anımı, her dakikamı tıka basa, bu hayatla doldururum... İçimdeki aşkı, içimdeki susuzluğu unutabilmek için, bir projeye, bir yaz-boz tahtasına dönüştürürüm kendimi... Her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım... Herkesle ve her yerde olmak için, her yere bir an önce yetişmek için, kendime bana ait olmayan bir kalp, bir yüz alıp kimsenin bilmediği, uğramadığı bir boşluğa yerleşirim... Herkes ve her şey olmak için, beni çağırdıkları her yerde olmak için, bu boşlukta yaşadığım kimsesizlik, bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar, bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim, bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır... Bana Tanrı’sız ömrümü, yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır... Böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi... Verdiğim sözleri, ettiğim yeminleri... Atarım kendimi herkesin ortasına... Gözlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne... Önce ben başlarım kendimi yağmalamaya... O güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerim... Öç alırcasına kendimden... Dökerim her şeyi ortaya... Herkesin kendinden kurtulmak için, kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için... Böylesi gecelerde herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir, böylesi gecelerin sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakamaz... Herkes bir an önce, eksik ve yanlış da olsa, bir gece önceki ömrüne dönmek ister... Herkes, susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister...

Bunları bilince, bunları hissederek yaşayınca, kimseye kızamıyor insan. Öfke, dönüp dolaşıp geliyor, yine içte patlıyor... İçimde patlıyor... Çünkü kime kızıp kimi lanetlesem, en sonunda onu içimde buluyorum... Suçladığım herkeste, biraz ben varım... Kimi yargılasam, elimde kanı var... Kime bağlansam, onda haksızlık ettiğim ömrüm, susuz bıraktığım Tanrım var... Kime koşup sarılsam, onda kolları bağlı erdemim var... Başkalarını yargıladıkça, kendisini tutsak eden, başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var... Oysa ne yapsam, o yurtsuz gecem, susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz... Sorar hesabını... Defalarca gelip geçerek ömrümden, kimlerdi, diye sorar o kanayan yüz bana; kimdi, bütün gece onca yargıladıkların... İtildiğin ve sığındığın hüzünden tek bir yanıt çıkar, tek bir ses... O sesler, o bütün gece yargıladıkların, aslında sensindir... Bilirsin ki o ıssız gecede, bunu sana söyleyen senin sesindir... Sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur... İçinde soluksuz bıraktığın Tanrı’nın sesi, içinde öyle kimsesiz, öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir... Ne olur, sus ve öfkelenme der, bu ses bana... Boyun eğ, bu sese... Kabullen onu... Bir kez olsun, kendi sesinin önünde eğil, der... Bir kez olsun, kulak ver ona... Kulak ver ona, onun neleri yitirdiğini, neleri sonsuza dek kaybettiğini, bir kez olsun onun ağzından duy... Yüzünden akan kanı olsun öp... Sadece gözyaşı değil onlar, dokun onlara, dokun kendi kanına, yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın... Orada, bütün yargıladıkların var... Orada, reddettiğin bütün ömrün var... Bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa, hepsi kanında saklı... Seni terk edip ihmal edenler, seni bir türlü anlamak istemeyenler, seni yargılayıp dışında bırakanlar, orada... Orada, seni deliler gibi sevseler de senin içine bir türlü giremeyenler... Ne olur, bir kez olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır!.. Ne olur, bir kez olsun anla, ömründen daha uzağa gidemezsin!.. Onca yıl susuz bıraktığın Tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin... Ne olur, anla, onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin!.. Ne olur, bir kez olsun anla, yaranı yok sayarak hiçbir yere gidemezsin!..

Yaşamak ne ki hem kendini, hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil mi?.. Yaşamak, yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?.. Yaşamak, her gittiğin yerde bıraktığın yüzlerini özlemek değil mi?.. Yaşamak, içinde o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini aramak değil mi?..

Bu hayatın ne yengisi, ne yenilgisi teselli etti beni... Ne zaman kazandım, ne zaman artık kurtuldum, desem, daha derin bir boşluk açıldı önüme... Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola, kazandıkça kaybettim, yükseldikçe alçaldım... Ne aklımdan kurtuldum, ne delirdim... İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmış ki ne zaman aşkın bir güzellik görsem, ertelediğim hayatım gelirdi aklıma... İçimdeki erdemi, suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü...

Çünkü ne zaman kirli, inançsız bir gece yaşasam, anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden... Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam, çok uzaktan, çok eski bir duygu, bana rağmen, bana inat, yanımdan geçip giderdi... Kimi sevsem, hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı... Kimi anlamaya çalışsam, hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme... Kime elimi uzatsam, o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım... Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim?.. Kime sarılsam, verip de tutmadığım sözler çıkardı karşıma...

İnsan, her sabah doğan güneşten utanır. İnsan, er ya da geç gelen mevsimlerden utanır...

İnsan onca yıl susuz bıraktığı Tanrısı’ndan utanır...

İnsan, bunca işarete, bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerlerden utanır...

İnsan, yanan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır...

CEZMİ ERSÖZ

AyaKüstü YaŞanmıŞ öLüMSÜZ aŞK HiKayEleri

1.)bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğumbildiğim ancak aşıkken varolduğumişte bu yüzden, benim için aşık olmak;çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalarhiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır,'demiş La Rochefoucauldbenimse hep böylelerini severek başladı vurgunum
2.)her durakta ölümsüz bir aşk edineceğimbir bakıştan, bir duruştançağrışımın sonsuz hızındanunutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımdabelki de yaşanabilecek en güzel serüveniterk edeceğimdaha otobüsün ilk basamağında.kim bilebilir ki?sonrayı, sonrasını kim bilebilir?gizli gizli veda edeceğim ona, görmeyecekve bu duyguyla burkulmuş yüreğimotobüs camına bağrında bir ok ilebir aşk levhası çizecek, ah min-el!bu da ötekiler gibikendisini ölesiye sevdiğimi bilmedenyaşayıp gidecek
3.)şimdi hemen kalksam buradanhemen çıksam uzun sokaklardan birinekiminle karşılaşabilirimkime vurulurum ölesiye, eve dönmedengeceme kuzguni bir cehennem gibi eklenenbir ölümcül sevda hangi köşe başındakeser yolumubir tenhaya ulak olano suret avıbırakır mı yakamıharacı ödenmedenbırakır mı yakamıbir suretten, bir şiirden, bir hüzündenak kağıda düşürülmüşimzasını görmedenbırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden
4.)hangi aşk mümkündür aşığı öldürmedenher aşk, her şiirardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,küskün omuzlu terk edilmişliklerden,perspektifinde hep bir sokak taşıyano sessizo faili meçhul cinayetlerdenresim altı sözcüklerdenaşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden
bırakır kı yakamı kağıdın ölüm beyazı suretielle bilenmiş sözcükler,yüreğime sokulan serüvenin hançer tadınabzımın atışına ayak uyduran veznindegece adımları şiirleriminbırakır mı yakamı yaşadıklarımıdökmeden imgelerin giysilerinehayatın maskelenmiş gerçekliğineupuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak içinyeniden ve yeniden
Murathan MUNGAN

ÖĞLEDEN SONRA 2 BİRASI

hiçbir şeyin önemi yok
bir yatakta debelenmekten başka
ucuz hayaller ve bir birayla
yapraklar ölürken ve atlar ölürken
ve ev sahibeleri
koridorlarda dikmiş
gözlerini bakarken;
canlıdır müziği çekilmiş perdelerin,
sinek sürüleri
ve patlamalar sonsuzunda
son insan'ın mağarası;
hiçbir şeyin önemi yok sızdıran lavabodan başka,
boş şişeden,
keyiften,
kıstırılmış
bıçaklanmış ve traş edilmiş
gençlikten başka,
kendisine sözcükler öğretilip
ölsün diye
arkası yastıkla desteklenmiş
gençlikten başka.
Charles BUKOWSKİ
(Bu şiiri hatırladınmı lolla.)

ÖZLEMEDİM SENİ

Hiç özlemedim seni
Özlemek dostluktandır dostluğundan öte bulmalıyım seni
Sıcaklığını bulmalıyım dokunuşlarını, kenetlenişi
Terimizle sulanmalı yeryüzü güneş terimizle ışıldamalı sabah olunca
Apansız fırtınalar çıkmalı sarsılmalıyım
Özlemek yanında olmak isteğidir gülüşünü görmek biraz da
Hiç özlemedim seni
Saçlarına gül takmam bir ırmak gibi akıtırım ovaya soluğunla yanar dudaklarımın bozkırı
Akkor halindeki ufuk bakır bir tel gibi eriyip gider
Kraterler ortasında kalırım

SU ÇÜRÜDÜ

1-_Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtardeliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıyla yaktım, jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, küledip savurdum. Adımdan gayrısını bilmiyorum.
2-)Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktankömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibiyırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunuzorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdimsesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri, peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar, soruyorlar, soruyorlar...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
3-)Iki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla, dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbirduvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adıyoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu. Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
4-)Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtardeliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış. Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Nebeyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının, vebalının bir rengi vardır. Irinin bir rengi... Ölünün bile bir rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
5-)Kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.Soyumun neye benzediğini unuttum. "Insana benziyorlardi"diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
6Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böceksokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru biryaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. Ince bir kan şeridi sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
7-)Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündürsakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımıdeğdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suyadokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorumdudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütünvantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da birsu yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildiartık. Küstü, öldürdü kendini su...Su çürüdü...Adımdan gayrısını bilmiyorum…
AHMET TELLİ

2 Mayıs 2009 Cumartesi


Defolup gitmeli, defolup gitmelisinde,ya da sen kal ben defolup gideyim...
Uyumadan gitmeliyim uyursam kalırım,kal diyeceksin gene.
Gitme ama gitmem gerek deyip gene seni kandıracam oysa ki kendimi kandırırken.
Son bulmalı,gene sürünmeli gene,allah bullak olmalıyız,çünki alışkanlık oluyorsun sende,
lanet olasıcası bir alışkanlık.
Midem bulanıyor gene,içkiden değil hep aynı defolup gitmelerden...

21 Nisan 2009 Salı

AYAZDA İKİ YÜREK

Bu sabah beni uyandırmadan işe gitti. Giyindiğini duydum, ama kalkmadım. Kalkmak istemedim. Bir ara yatağa eğilip bir süre yüzümü seyretti. Soluğunu hissettim. Uyumadığımı fark etti sanıyorum. Ama bir şey demedi. Gözlerim kapalıydı, ama yüzüme umutsuz bir hüzünle baktığını hissettim. Günlerdir doğru dürüst bir şey konuşamıyoruz. Birbirimizden saklanarak yaşıyoruz sanki. Oysa bir yıl önce ne büyük bir hevesle başlamıştık birbirimizi sevmeye... 5 aydır bende kalıyor. Günlük hayatın o basit, o bayağı ayrıntıları sevgimizi acımasızca kemiriyor. Ama o bu konuyu açmaktan ısrarla kaçıyor. Ne zaman ilişkimizin nereye gittiğini konuşmak istesem, ya konuyu değiştiriyor, ya kaçamak cevaplar veriyor...
Kalktığımda mutfakta notunu gördüm:Sevgilim, öyle güzel uyuyordun ki, uyandırmaya kıyamadım. Bu gece işyerinde nöbetçiyim. Beni merak etme. Sevgiyle, yazıyordu... Notunu okuyunca gözlerim doldu. Bir bıçağın ucu kalbimde hafifçe gezindi sanki... Ona karşı hoyrat davrandığımı hissettim bir an. İlişkimizin sürmesi için asıl çırpınan oydu sanki. Bir de bana bu aralar çok ihtiyacı vardı. Başka bir eve taşınacak gücü yoktu. Aslında ben de onu hayatımdan kolay kolay çıkaramazdım. Bir tek onunla huzur içinde uyuyabiliyordum.Bu sevginin en gerekli koşullarından biridir, bilirsiniz. Ama başka bir sevgiliyi, başka bir aşkı özlüyordum. Ve bu kentten uzaklara, çok uzaklara gitmek istiyordum. Hem onsuz uyuyamıyordum, hem de çok yalnızdım. Ben ondan uzaklaştıkça, o da benden uzaklaşıyordu. Uzaklaştıkça ruhumuz üşüyor, üşüdükçe de örtünüyor, birbirimizden gizleniyorduk. Gizlendikçe daha bir yalnızlaşıyorduk... Bütün gün onu düşünüp içtim. Başka hiçbir şey yapmadım. Akşam oldu. Şehrin ışıkları yandı. Kalktım internetimin başına geçtim. Aslında yaptığım büyük bir hataydı. Bu ilişkiyi tamamen bitirebilirdim. Ama nedense kendime karşı koyamadım. Ve internette onun sayfasına girdim... Sayfasının ismi Ayazdaki Bir Yürek?ti. Fransız yönetmen Claude Saute'nin bu filmini birlikte gözyaşları içinde seyretmiştik... Filmin ismini günlerce sayıklayıp durmuştu. Benim de yüreğim hep ayazdadır, diyordu. Sinema tutkunuydu. Para bulduğunda çekmeyi düşündüğü birsürü senaryosu vardı... Ama parası hiç olmuyordu. Zamanının daraldığını düşünüyor, yaptığı işlerin onu asıl yapmak istediklerinden uzaklaştırdığını fark ettikçe hırçınlaşıyor, bu yüzden çalıştığı yerlerde fazla barınamıyordu... Kendimi tiyatrocu Ümit olarak tanıttım ona... Dedim ya, yaptığım büyük bir hataydı diye... - Sizi tanımak istiyorum.. Ben tiyatroyla uğraşıyorum. Adım Ümit. Arada sırada dublaj yaparım. Adını söyledikten sonra, onu aramama iten nedenin ne olduğunu sordu. - Sitenizin ismi Ayazda Bir Yürek. Yanılmıyorsam bu bir filmin adı. - Evet, Claude Saute?nin filmi. Çok etkilenmiştim. Siz seyrettiniz mi?.. - Seyrettim. Ben de çok etkilenmiştim. Sinemayla ilgilisiniz galiba.İlgili ne demek. Sinema benim tek tutkumdur. Senaryo yazıyorum. En büyük idealim yazdığım senaryoları çekebilmek... Ama para meselesi işte... - Şu an ne iş yapıyorsunuz? - Reklamcılıkla ilgili bir dergide editörlük yapıyorum.Çok sıkılıyorum ve atılmam an meselesi... Sizin işler nasıl? - Pek iyi sayılmaz, hatta berbat diyebilirim. Tiyatro çevresini bilir misiniz, bilmem. Hep ahbap çavuş ilişkileri geçerlidir. Yoz, çürümüş bir dünya. İdealist, dürüst insanlara yer yoktur bu dünyada... -Desenize sinema dünyasından pek bir farkı yok. Peki söyler misiniz, bizim gibi insanlara ne zaman şans tanınacak? - İşimiz çok zor. Ya kurallara uyacağız, ya da köşemizde bekleyip hüzün biriktireceğiz... - Hayır, ben köşemde oturup beklemek istemiyorum. Mutlaka birşeyler yapmalıyım. -Şu an neredesiniz? -Lanet olası işyerimdeyim. Bitirilmesi gereken sayfalar var. Yarın dergi baskıya girecek. Ya siz, siz neredesiniz? - Ben evimdeyim. Ve canım hiçbir şey yapmak istemiyor. -Yalnız mısınız? - Evet, yalnızım. - Birlikte olduğunuz kimse yok mu? -Neden sordunuz? - Hiç işte, öylesine sordum. - Hayatımda biri var. Ama şu an evde değil. -Peki siz, sizin hayatınızda biri var mı - Evet, var... - Ne iş yapıyor? - Yazar. Oldukça da tanınmış bir yazar. Bir yılı aşkındır beraberiz. - Nerede yazıyor? - Nerede yazdığını söylemesem. Onu bilmenizi istemiyorum. Kitapları da var. Peki, siz ne zamandır birliktesiniz? - Ne tesadüf bizim de ilişkimiz bir yılı aştı. Ama yolunda gitmeyen şeyler var. Tıkandık. Galiba. Birbirimizden gizlenerek yaşıyoruz ne zamandır. Aynı evdeyiz, ama birbirimizden çok uzaktayız... -Bizim ilişkimiz de pek farklı sayılmaz. Biz de tıkandık. Ne zamandır yoğunlaşamıyor bana. Varsa yoksa yazıları ve okurları. Bazen beni görmediğini bile düşünüyorum. İlişkimiz tıkandıkça kendini yaptığı işe daha çok veriyor ve benden daha çok uzaklaşıyor. -Hayatında başka biri olabilir mi? -Biri değil, birileri var. Flört etmeyi çok sever. Ama ilişkiler biraz derinleşmeye, ciddileşmeye başlamaya görsün, hemen bitirir. Bağlanmaktan çok korkar. -Peki, nasıl katlanıyorsunuz bu duruma, çok zor olsa gerek. Ben olsam dayanamazdım. Ayrılmayı düşünmüyor musunuz? - Çok düşündüm. Ama bu konuda biraz korkağım galiba. Bir de ona çok alıştım. Yalnızca onunla uyuyabiliyorum. - Sizin de hayatınıza başkaları giriyor mu? - Evet, giriyor. Ama hiçbiri onun yerini tutmuyor. Hay Allah, neler konuşuyorum sizinle ben böyle... Ben en yakın arkadaşlarımla bile bunları rahat konuşamıyorum... - Ama bana rahatça anlatıyorsunuz... -Bilmiyorum, belki sizi hiç tanımadığım için, bana bir yabancı olduğunuz için bu kadar rahatım sizinle... Hiç tanımadığı insanlara daha kolay anlatıyor insan kendisini... Peki, siz birlikte olduğunuz insanla her şeyinizi konuşabiliyor musunuz?.. - Evet, desem yalan olur. Ben de sizin gibi hiç tanımadıklarıma daha rahat anlatıyorum kendimi... -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Ben de sizin sevgilinizin yerinde olmak istemezdim. - Hayatımız ne kadar yorucu değil mi? Belirsizlikler beni çok yıpratıyor. Her şey net olsun isterdim. Hiç tanımadığım birine en gizli şeylerimi anlatmak bana acı veriyor. Kendimden utanıyorum. Ama yine de yapıyorum. Ne kadar yalnızım demek ki, ne kadar susamışım birine kendimi anlatmaya... Sabah işe gelirken onu uyurken seyrettim. Öyle masum görünüyordu ki... Neden hiç başladığı gibi sürmez ilişkiler... - Aşk çok güzel birşeydir, ama kısa ömürlüdür. -Kısa ömürlü olduğuna inanmıyorum. Aşkta Sahip olduklarımızın değerini bilmiyoruz, hemen tüketiyoruz. İlk günlerimizi öylesine çok özlüyorum ki. Soluk alamazdım bazen. Kış günü bütün pencereleri açardım. Yanımdayken bile özlerdim. Soluksuz kalıp öleceğim sanırdım hep. Nereye dokunsam ona dokunmuş gibi olurdum. Nereye gitsem beni gördüğünü hissederdim. Tanrım gibiydi o. Bedenime dokunurdum ve dokunduğum yer hazla titrerdi. Çünkü kendime dokunduğumda ona dokunmuş gibi olurdum. Kanardı dokunduğum heryerim, tıpkı onunla sevişirken kanadığı gibi... Ama son zamanlarda onu öptüğümde bir boşluğu öper gibiyim... Artık birbirimize tahammül etmek zorundayız. Para biriktiriyorum, ayrı bir eve çıkmak için. Bir süre daha onun evinde kalmaya ihtiyacım var. - O bunları biliyor mu? -Biliyor, ama bunları hiç konuşmuyoruz onunla. Gitmemi bekliyor sanırım. Yalnızlığı ve yazılarıyla baş başa kalmak istiyor ve uzaktaki bir sürü sevgilisiyle... Ayazda iki yüreğiz biz şimdi... -Soluksuz kalırdım, dediniz ya, aklıma bir şey geldi. Gazetelerden birinde yazmıştı.Küçük bir çocuk karpuz yerken, kaçırmış. Aradan günler geçmiş. Çocuk gittikçe soluk almakta zorlanıyormuş. Tıkanmaları artınca doktora götürmüşler. Röntgen çekilmiş ve soluk borusunda karpuz çekirdeğinin kök yaptığı görülmüş...Soluğunu tıkayan buymuş. Hemen ameliyata sokmuşlar ve bu kökü söküp almışlar. Çocuk rahat soluk almaya başlamış. Ama birkaç gün sonra ölmüş!.. Aşktan söz edilince hep bu olay gelir aklıma. Aşıkken soluk almakta zorlanırız,ama aşk olmayınca, onu bizden aldıklarında ölürüz. Ve kimse niye öldüğümüzü anlamaz... - Çok kötü oldum. Bütün bedenim ürperdi.Bana ne yaptınız böyle. Her şeyi unutmaya çalışıyordum oysa. Bütün duygularım ayaklandı birden... Sizde anlayamadığım bir şey var... - Nasıl bir şey? - Sanki sizi çok eskiden beri tanıyormuşum gibiyim... Biliyor musunuz, insanda uzun yola çıkmak duygusu uyandırıyorsunuz. - Aşık olduğumu hissettiğim anlarda uzun bir yola çıkmayı çok isterim.. -En çok nereye mesela?.. - Trabzon?daki Uzungöl?e... Orada hem kendinizi sonsuzluk içinde hissedersiniz, hem de acı veren, ama şefkatli bir korunaklılık içindesinizdir.... Tıpkı aşk gibi... - İnanmayacaksanız belki ama, ben de orasını düşünmüştüm.Ne tuhaf, internette kurulan dostluklara, yakınlıklara pek inanmaz, gülüp geçerdim. Ama şu an sizi görmeyi ve yüzyüze tanışmayı öyle çok istiyorum ki... - Farkında mısınız, sabah oluyor?.. - Evet, vaktin nasıl geçtiğini farketmemişim bile. Peki siz, siz benimle yüzyüze görüşmek istiyor musunuz? - İstemiyorum, desem yalan olur... Hatta ben sizinle hemen bugün Uzungöle yola çıkmak istiyorum.. -Siz ciddi misiniz, yoksa benimle dalga mı geçiyorsunuz? - Hayır, hiç olmadığı kadar ciddiyim. Ama siz bu yolculuğa hazır mısınız, sorun o... - Hazırım... Ben biraz deliyimdir.Siz benim deli yanımı bilmiyorsunuz daha... - Peki işiniz, asıl önemlisi sevgiliniz... - İşimin canı cehenneme. Zaten bugün yarın çıkartacaklardı. Onlar atmadan ben ayrılırım şerefimle... - Peki sevgiliniz?.. -Nasıldı o dizeler:Can çekişen aşkları vurmalı / Vurmalı ve sıradan bir intihar süsü verilmeli... Akif Kurtuluş?un dizeleri yanılmıyorsam.. -Sevgilinizin yerinde olmak istemezdim... -Nerede ve kaçta buluşuyoruz? - Atatürk Kültür Merkezi'nin önünde, saat 12.00?de... Peki sevgilinize ne diyeceksiniz? - Onu arar, herşeyi söylerim, o işi bana bırakın. Hadi, şimdilik hoşçakalın... Ve birkaç dakika sonra telefonum ardarda kez çaldı. Açmadım tabii ki, telesekreter devreye girdi. Telesekreterin sesini iyice açtım. Konuşması tedirgindi. Beni incitmekten korktuğu belliydi: Canım, birbirimizi çok sevdik, ama ne zamandır sevgimiz bizi korumuyordu.Son günlerde ikimizde çok yalnızdık. Bitmesi ikimiz için de iyi olacak. Seni hep güzel anmak istiyorum. Uzun bir yola çıkıyorum. Beni merak etme ve bekleme. Belki bir gün seni ararım. Hiç beklemediğin bir anda... Seni incittiysem bağışla. Evet, ben de en az onun kadar deliydim. Hemen bavulumu hazırlamaya koyuldum. Beni görünce ya mahvolacak ya da uzun yola çıkacaktık. Birlikte ne zamandır çıkmayı düşlediğimiz, ama birtürlü çıkamadığımız o uzun yola...
CEZMİ ERSÖZ

FARKINA VARMALI İNSAN… (Can Yücel)

Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.
Henüz bebekken ‘Dünya benim!’ dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,ölürken de aynı avuçların ‘her şeyi bırakıp gidiyorum işte!’ dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini fark etmeli sonra.
Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan.
Hayvanların yolda , kaldırımda , çöplükte ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.
Yaratılmışların en güzeli olduğunu fark etmeli ve ona göre yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.
Evinde kedi,köpek beslediği halde çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.
Eşine ’seni çok seviyorum!’ demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.
Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.
Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını ve aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli, fark etmeliyiz çok geç olmadan…..
Ömür dediğin üç gündür,dün geldi geçti yarın meçhuldür…
O halde ömür dediğin bir gündür,o da bugündür….

26 Şubat 2009 Perşembe

KİM ÖZLERDİ AVUÇ İÇLERİNİN KOKUSUNU
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklarbırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir,büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.
Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unutulurdu belki su sızdırmayan sarılmalar,kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadıbelki de,kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gecesohbetlerinin,son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,meydan savaşlarında korkular, aşkı ağıryaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında birayrılık gizlendiğinebelki de, kartvizitinde "onca ayrılığın birincidereceden failidir"denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerleavunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerinitutmak isterse...
Evet Sevgili,Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!!
can yücel

2 Şubat 2009 Pazartesi

Nasıl güzel bir yorum,nasıl bir ses paylaşmak istedim.Bu şarkıya sardım bu demde dinleyin bir,sözler müzik ...

''bir sihir gibiydi şehre inerken gece
mektubun güvercin oldu vardı gizlice
gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar
böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar

madem ki yeminimiz var,
madem aşk mukadder
işte geldim, bilmesinler yarına kadar
bilki artık dönüşüm yok, gitti son vapurlar
sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar

belki herkesin dilinde şimdi bu firar
belki verildi kararım, belki yoldalar!!...

(adrese tıklayın )

http://fizy.org/yotPB4n_u8AC

31 Ocak 2009 Cumartesi

İnsan neydi?ne olmalıydı ?ya da neden vardı ilk kez şaiirler ve yazılardan başka kendim konuşmak istedim .Beni anlatan yada hissettim günlük şeyleri burada yazılar ve şiirlerle yazılar ve şiirlerle yazdım .Bugün ben konuşcam sanırım insanın meali burda bole yazıyor peki akıl için ne deniyor bakalım hemen ;

Akıl [değiştir]
Ana madde: Akıl
İnsan aklının temeli bilinçtir. Bu bilinç insanın kendisi ve çevresi ile ilişkisini düzenlemesini sağlar.İnsanı diğer canlılardan ayıran temel özellik olarak bilinci kabul edebiliriz. İnsan ayrıca özgür iradeye ve zaman bilincine de sahiptir.

Bunlar iyi güzelde bunu kullanan kaç kişi var :) Bilinç var olması gereken temel unsurmuş bu salakların içinde bilinçsiz olmayı seçiyorum .Ne kadar doğru varsa bilindik kabul edilmiş hepsi sizin olsun ben doğrusuzda yaşarım ya .

İnsan, dik duruşa, görece gelişmiş bir beyine, soyut düşünme yeteneğine, konuşma (dil kullanma) kabiliyetine, alet kullanma ve üretme becerisine sahip primat türü. Biominal ismi `Homo sapiens`tir. Homo sapiens Latince "akıllı adam" veya "bilen adam" anlamına gelir. İnsan, hominoidea (insansılar) üst ailesinin hominidae (büyük insansılar) ailesine dahildir.
- İNSANIN SOY AĞACI -
a)├─ Bitkiler ├─ Mantarlar ├─ Protistler ├─ Bakteriler └─ Hayvanlar
b)├─ Omurgasızlar └─ Omurgalılar
c)├─ Kuşlar ├─ Sürüngenler ├─ Balıklar ├─ Amfibiler └─ Memeliler
d)├─ Etçiller ├─ Deniz memelileri ├─ Kemirgenler ├─ Yarasalar ├─ Böcekçiller ├─ Keseliler └─ Primatlar
e)├─ Önmaymunlar ├─ Maymunlar └─ İnsansılar
f)├─ Gibon ├─ Şempanze ├─ Goril ├─ Orangutan └─ İnsan

16 Ocak 2009 Cuma


-asal sayıdır yalnız insan bir'den ve kendisinden başka kimselere bölünmez!'
Küçük İskender
İstediğiniz matematiksel işlemi uygulayınız hayatınıza, yukarıdaki önermeyi çürütemezsiniz!Benim ekleyeceğim ise her insanın yalnız olduğudur. Aile, eş dost, aşk meşk... Bu aksesuarlar yalnızlığınızı yokedemez.
Tensel tinsel kaçamaklar, Tanrı'ya sığınmalar, ana rahmine dönme çabaları nafile...
Tuttuğunuz takım, müridi olduğunuz şeyh, peşinden koştuğunuz pek doğal liderler, veya sizin peşinizden koşulması... Ne olduğunuz, kim olduğunuz hiç önemli değil! Kainatta kısa bir süreliğine yer işgal eden çok hücreli canlılardan başka bir şey değiliz!
Acılarımız, sevinçlerimiz, tutkularımız, yaşadıklarımız, yaşamayı hayalettiklerimiz... Hepsi gittiğiniz yolun kenarında manzarayı teşgil eden birer ağaç... Bakan kişiye göre bu ağaç güzel olabilir veya kütük parçası olabilir... Bu da önemsiz...
Birilerinin üstünde veya altında değilsiniz. Salak da olsanız deha da farketmez... Bir organınızdaki yetersizlik sizi toprağın altına gömerken zekanıza bakmaz. Dedim ya çok hücreli canlı örneğiyiz. Hepsi bu.
Camus'ye 'Sonu olan her şey saçmadır!' dedirten ve bu saçmalıklar listesinin en başına hayatı yerleştirten nedir?
Salak saçma anlam arayışları, aidiyetler, gitmeler gelmeler, şair olmalar, aşık olmalar... Hepsi nafile tutunma çabalarından başka ne ki?Geldik gidiyoruz, gerisi bahane, hikaye vs vs...

10 Ocak 2009 Cumartesi

Çok Yanlış Mı Yapıyoruz?

Hayat akıp giderken... Siz siz olun, bugün aklınızdan geçen güzellikleri asla yarına bırakmayın... Ne yapacaksanız, hemen, ama hemen şimdi yapın... Çiçek mi sulayacaksınız, sulayın... Kitap mı okuyacaksınız, okuyun.. Sinemada çok eğendiğiniz bir film mi var, hemen gidin seyredin.. Sevgilinizi öpmek mi istiyorsunuz, hemen öpün.... Bir yakınınızı aramak mı istiyorsunuz? Sarılın telefona ve hemen arayın... Yiyin, için, şarkı söyleyin, dans edin... Ama ne yapacaksınız, hemen yapın... Çünkü siz bugünü yaşıyorsunuz... Ve yarını yaşayacağınıza ilişkin bir sözleşmeniz yok. Geçtiğimiz gün bir mezarlık ziyaretine gitmiştim... Orda, aramızdan zamanlı ve zamansız ayrılan 7'den 70'e çok sayıda insan sessizce yatıyordu... Orada yatanlar sadece bedenler değildi... Ertelenmiş umutlardı... Söylenmemiş sözlerdi.. Yarım bırakılmış işlerdi...Evet,evet... Kimbilir onlar hayata veda ettikleri sırada neleri yarım bırakmışlardı? Kimisi, "Tamam, onu kırdım, ama nasılsa yarın gönlünü alırım" diyordu.. Kimisi de "tatile yarın çıkarım, hele şu işi halledeyim" diye düşünüyordu. Ve onlar hiçbiri, düşüncelerini yapamadı... Belki bir küçük çocuk babasından gelecek bisikleti bekliyordu... Adamsa "Bu akşam yorgunum, yarın alır giderim" diye düşünmüştü...Ve çocuk o biseklete binemedi... İtiraf etmeliyiz ki bizler; belki iyi, belki kötü ama çok yanlış yaşıyoruz... Hepimizin hayatı, yarınlara bırakılmış işlere, ertelenmiş umutlarla dolu... Çalışıyoruz çalışıyoruz... Hayatın tüm güzellüklerini ellerimizle itiyoruz... Ve de, sanki tüm yarınlar bizimmiş gibi, hayaller kurup duruyoruz... Sevinçleri, mutlulukları, hep sonraya bırakıyoruz... Bizler var ya bizler... İnanın çok yanlış yaşıyoruz

1 Ocak 2009 Perşembe

EĞER
O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,arkalarında doldurulmasımümkün olmayan boşluklar bırakılmasaydı eğer.
Dayanılması o kadar da zor değildir, büyük ayrılıklar bile,en güzel yerde başlatılsaydı eğer.
Utanılacak bir şey değildir ağlamak,yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğerYüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,çalınan birinin kalbiyse eğer.
Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.
O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.
Daha çabuk unuturdu belki su sızdırmayan sarılmalar,kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.
Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,öylesine delice bakmasalardı eğer.
Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı belki dekalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.
Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece sohbetlerinin,son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.
Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır yaralamasaydı eğer.
Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.
Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.
O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.
O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.
Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.
Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.
Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.
Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.
Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.
Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,kulağına okunacak biri olsaydı eğer.
İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir ayrılık gizlendiğine belki de,kartvizitinde 'onca ayrılığın birinci dereceden failidir' denmeseydi eğer.
Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.
Issızlığa teslim olmazdı sahiller,Kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.
Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.Yalnız kalmaktan korkmuyorum da,ya canım ellerini tutmak isterse...
Evet Sevgili,Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu,kim uzanmak isterdi ince parmaklarına,mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık etmiş olmasalardı eğer!! CAN YÜCEL