10 Mayıs 2009 Pazar

Kalplerinde aşk işaretiyle doğarlar kimileri...

Kalplerinde aşk işaretiyle doğarlar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar, hayata ve insanlara merhamet duyarlar ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşayamazlar...

Aşk işaretiyle doğanlar, yaşarken dünyaya talip olamazlar... Bilirler ki ne isteseler, neyi alsalar, ne kazansalar, aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları, teselli etmez... Gönüllü sürgündür onlar... Gizliden gizliye, hissederler bunu... Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere. Kopup geldikleri ışığa olan inançları ne kadar büyükse, içlerindeki acı o kadar derindir... Bu acı, hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri... Bu acı, hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye var olduklarını...

Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden... Yorulur kendisini anlata-mamaktan... “Sevgilim!” der, “sevgilim!” ama sevgilim dediği yanında değildir, bilir... Bazı günler insan soluksuz kalır, içindeki sevgili olmasa bile, karşısındakine deliler gibi sarılır... O olmadığını bile bile, sonsuz bir umutsuzlukla sarılır... İnsan soluksuz kalmayagörsün, sevgili diye bütün yanlışlarına, bütün kaçışlarına, kendine yaptığı ihanetlere sarılır... İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye-görsün, her şey olmak, her yere yetişmek için bu hayata düşer... Her şey olduğunu, her yere yetiştiğini sandığı anda, ortada kendisi yoktur artık... Kaybolmuşluğa çok yakındır... Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır... Daha az acı çekiyordur artık... Ama artık daha mutsuzdur eskisinden... Daha mutsuzdur, o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...

Soluksuz kaldığımı kendimden bile sakladığım bir gündü... Kaybolmuşluğa yakındım... İçimdeki acı hızla eksili-yordu... Işık soluyordu; soluyordu, tıpkı sesim gibi... Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi... Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi, neyi kirlettiğimi... Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden, kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı... Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız hiç önemli değil... Gerçekten değil... Kaybolmuş insanlar birbirini çabucak buluyor... Umutsuzluk, umutsuzluğu çağırıyor... Konuşmaya susamıştık... Sanki ikimiz de dilini, kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye... Oysa böyle bir şey yoktu, hep buradaydık... Işığımızdan koptuğumuz yerde... O ışığı orada bırakıp bu dünyaya, bu hayata gönül indirdiğimiz, her şeyde, her yerde olduğumuzu sandığımız yerde... Hep o soluksuz kaldığımız yerde... Daha vakit var, o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimiz de... Belki aynı gece, belki yıllar boyunca konuştuğumuz yerden bana geldik... Susuz ve yorgun... Yaşamaya köpekler gibi aç, ama ölüme dünden razı...

Bana geldik... Belki içimizdeki acıyı avutur, koptuğumuz ışığı ikna eder, biraz olsun hiç yaşamamış, hiçbir şey bilmiyormuş gibi yapar, içimizden bir ömür çalar, yitirdiğimiz ve anlayamadığımız ne varsa uzakta bırakır, buradan, bu hayattan yolumuza devam ederiz, sanmaya geldik... İçtik, şımardık, ağladık, hayatı özledik, çığlık attık; ardımızda bıraktığımız ve bir kez olsun sahiden dönüp bakmadığımız onca kırık kalp, onca vazgeçiş, onca erteleyiş, onca unutuluş, bir gecede bağışlanır sandık... Ama olmadı... Bunu ilk ve son kez sevişirken anladık... Birbirimizin çıplak bedenlerine dokunduğumuzda... Aynı andı, belki de peş peşe, derinden, çok derinden öksüz kalan bir çocuk gibi, kesik kesik, ağlamaya başladık... Engel olmaya çalışsak da yine de kahredici bir hoşluğu vardı, bu ağlayışın içimizde... Bu hayatta sevgili olarak birlikte gidecek bir yerimiz yoktu... Geçmişimiz bizi geri çağırıyordu... Gidecek bir yerimiz yoktu ama kaybolmamıştık... Bu yüzden, kahredici bir hoşluğu vardı gözyaşlarımızın...

Sonra, sabah oldu... Sonra, acı ve özlemin yerini, utangaç bir boşluk aldı... Bütün o eksik hazların yerini, derin bir suçluluk duygusu aldı... Sonra o gitti, yaramda hiç unutmayacağımız bir ürperti bırakarak gitti... Yaram ki kimse onun kadar beni anlayamaz; yaram ki kimse onun kadar beni sevemez... Gözlerimden çok, içimdeki yaramı sevdim... Çünkü ondan başka kimse, bana beni göstermedi. Herkese ama herkese yalan söyledim, ama bir tek o biliyor hepsini... Bir tek o gördü, beni kendimi aldatırken... Onu unutmaya çok çalıştım... Yok saymaya... Hayat diye, içine girmediğim akvaryum kalmadı... Her mevsim, mutluluk modaydı... O akvaryumların içinde mutluymuşum gibi yaptım... Yaramı unutup herkes ne yapıyorsa onu yapmaya çalıştım... Akvaryumun içinde, herkes gibi camların dışında bir yeri özledim... Bana ait olmayan bir hayatta, hiçbir ortak yanım olmayan insanlarla, akvaryumun dışını özledim... Yaramı unutup neyi özlediklerini bilmeyen insanların özleyişlerini sevdim... Bilmiyorum, belki bunu da kendi yaramı unutmak için yaptım hep... Sonunda anladım ki nereye gitsem, sonunda yarama dönüyorum... Ne yapsam, ne etsem, döndüğüm tek yer, yine o eski kalbim... Bütün o oyunlardan bana kalan o eski yadigâr... Ne kadar sevse de insan, tükenip yorulduğu bir saat var... Herkesin bencil bir ömrü var... İşte en çok o zaman hatırlarım o eski kalbimi, onca insana kendimden öç alırcasına dağıttığım kalbimi, çok sevdiğim bir yabancı gibi hatırlarım... Mahcup bir özlemle çağırırım onu dağıttığım yerlerden, hayatlardan, yorgun ve bencil sevgilerden utanarak... Sanki, kendi kalbimi geri çağırmak bir suçmuş gibi çağırırım... Güzellik ve soyluluk saklıdır o kalpte... Kalbimdeki kimsesiz kalmış güzelliğe ve soyluluğa vurgunumdur ben... Onu her arzulayışımda, karşıma Tanrı çıkar. Beni böyle eksik, böyle yarım, böyle susuz, böyle bir başına o bırakmıştır... Tanrı vardır ve benim sonsuz susuzluğum ondandır...

Bu susuzluğu hissettiğim andan beridir, hayattan korkmamayı öğrendim... Kime dokunsam, Tanrı ya sonsuz bir yakarış; kime dokunsam, o büyük kopuşun sancısıydı; kime dokunsam, kendimdeki ilk ağrıya dokunuş gibiydi... Kime dokunsam, eksik ve yanlış bir Tanrı’ya dokunmak gibiydi... Tanrı’yı unutmak, içimdeki aşkı unutmak gibidir bazen... Böyle zamanlarda, kalkıp giden her şeyin peşine takılırım... Bütün zamanların, bütün trenlerin, bütün vaatlerin ve hızların arkasından giderim... Farklı olmak adına, kendim olmak adına, herkes gibi olmak adına, koşarım giden her şeyin ardından... İçimdeki Tanrı’yı, içimdeki aşkı, soluksuz, kimsesiz bırakarak, koşarak giderim her şeyin ardından... Kendimi hatırlamamak için, her anımı, her dakikamı tıka basa, bu hayatla doldururum... İçimdeki aşkı, içimdeki susuzluğu unutabilmek için, bir projeye, bir yaz-boz tahtasına dönüştürürüm kendimi... Her yerde ve herkesle olmak için kendimi boşlukta bir yerde yeniden yaratmaya çalışırım... Herkesle ve her yerde olmak için, her yere bir an önce yetişmek için, kendime bana ait olmayan bir kalp, bir yüz alıp kimsenin bilmediği, uğramadığı bir boşluğa yerleşirim... Herkes ve her şey olmak için, beni çağırdıkları her yerde olmak için, bu boşlukta yaşadığım kimsesizlik, bu boşlukta yüzüme çarpan kapılar, bu boşlukta hızlandıkça geciktiğim, bu boşlukta çırpındıkça yitirdiğim her şey bana aşksız geçen yıllarımı hatırlatır... Bana Tanrı’sız ömrümü, yüzümden yoksun geçen anlarımı hatırlatır... Böyle zamanlarda defalarca çiğneyip geçerim kendimi... Verdiğim sözleri, ettiğim yeminleri... Atarım kendimi herkesin ortasına... Gözlerimi atarım hoyrat gözlerin önüne... Önce ben başlarım kendimi yağmalamaya... O güvenmediğim hayatı ve zamanı yanıma alarak gizlediğim ne varsa ortaya dökerim... Öç alırcasına kendimden... Dökerim her şeyi ortaya... Herkesin kendinden kurtulmak için, kışkırttığı yurtsuz ve kimsesiz bir gece için... Böylesi gecelerde herkes o eski yarasına haksızlık etmiştir, böylesi gecelerin sabahında herkes ezbere ve çabuk çabuk konuşur ve kimse kimsenin gözlerine korkusuzca bakamaz... Herkes bir an önce, eksik ve yanlış da olsa, bir gece önceki ömrüne dönmek ister... Herkes, susuz bıraktığı o eski kalbine dönmek ister...

Bunları bilince, bunları hissederek yaşayınca, kimseye kızamıyor insan. Öfke, dönüp dolaşıp geliyor, yine içte patlıyor... İçimde patlıyor... Çünkü kime kızıp kimi lanetlesem, en sonunda onu içimde buluyorum... Suçladığım herkeste, biraz ben varım... Kimi yargılasam, elimde kanı var... Kime bağlansam, onda haksızlık ettiğim ömrüm, susuz bıraktığım Tanrım var... Kime koşup sarılsam, onda kolları bağlı erdemim var... Başkalarını yargıladıkça, kendisini tutsak eden, başkalarını küçümsedikçe küçülen sevgim var... Oysa ne yapsam, o yurtsuz gecem, susuz bıraktığım aşkım beni hiç unutmaz... Sorar hesabını... Defalarca gelip geçerek ömrümden, kimlerdi, diye sorar o kanayan yüz bana; kimdi, bütün gece onca yargıladıkların... İtildiğin ve sığındığın hüzünden tek bir yanıt çıkar, tek bir ses... O sesler, o bütün gece yargıladıkların, aslında sensindir... Bilirsin ki o ıssız gecede, bunu sana söyleyen senin sesindir... Sahibini ancak bu ıssız gecede bulmuştur... İçinde soluksuz bıraktığın Tanrı’nın sesi, içinde öyle kimsesiz, öyle kanlar içinde bıraktığın sahipsiz yüzünün sesidir... Ne olur, sus ve öfkelenme der, bu ses bana... Boyun eğ, bu sese... Kabullen onu... Bir kez olsun, kendi sesinin önünde eğil, der... Bir kez olsun, kulak ver ona... Kulak ver ona, onun neleri yitirdiğini, neleri sonsuza dek kaybettiğini, bir kez olsun onun ağzından duy... Yüzünden akan kanı olsun öp... Sadece gözyaşı değil onlar, dokun onlara, dokun kendi kanına, yitirdiğin ve özlemini çektiğin her şeyi kendi kanında bulacaksın... Orada, bütün yargıladıkların var... Orada, reddettiğin bütün ömrün var... Bu hayattan tiksinip lanetlediğin ne varsa, hepsi kanında saklı... Seni terk edip ihmal edenler, seni bir türlü anlamak istemeyenler, seni yargılayıp dışında bırakanlar, orada... Orada, seni deliler gibi sevseler de senin içine bir türlü giremeyenler... Ne olur, bir kez olsun onca insana dağıttığın kendini geriye çağır!.. Ne olur, bir kez olsun anla, ömründen daha uzağa gidemezsin!.. Onca yıl susuz bıraktığın Tanrı’ndan daha uzağa gidemezsin... Ne olur, anla, onca yıl kimsesiz bıraktığın yüzünden daha uzağa gidemezsin!.. Ne olur, bir kez olsun anla, yaranı yok sayarak hiçbir yere gidemezsin!..

Yaşamak ne ki hem kendini, hem sevdiklerini durmaksızın kimsesiz bırakmak değil mi?.. Yaşamak, yüzünü onca yemine rağmen ortada bırakmak değil mi?.. Yaşamak, her gittiğin yerde bıraktığın yüzlerini özlemek değil mi?.. Yaşamak, içinde o sonsuz ve tesellisiz acının tesellisini aramak değil mi?..

Bu hayatın ne yengisi, ne yenilgisi teselli etti beni... Ne zaman kazandım, ne zaman artık kurtuldum, desem, daha derin bir boşluk açıldı önüme... Bu hayatın kurallarıyla ne zaman çıksam yola, kazandıkça kaybettim, yükseldikçe alçaldım... Ne aklımdan kurtuldum, ne delirdim... İçimdeki erdem öylesine soluksuz kalmış ki ne zaman aşkın bir güzellik görsem, ertelediğim hayatım gelirdi aklıma... İçimdeki erdemi, suç ve günahla sınamaya geç başlamıştım çünkü...

Çünkü ne zaman kirli, inançsız bir gece yaşasam, anlamsızca ve kimsesiz bir ağlayış gelirdi içimden... Ne zaman beni bana hissettiren birine sarılsam, çok uzaktan, çok eski bir duygu, bana rağmen, bana inat, yanımdan geçip giderdi... Kimi sevsem, hiç olmadığı kadar yalnızlaşırdı... Kimi anlamaya çalışsam, hayatımın boşluğu çarpardı yüzüme... Kime elimi uzatsam, o unutulmuş ömrümle karşılaşırdım... Kendimi daha fazla ne kadar tüketebilirdim?.. Kime sarılsam, verip de tutmadığım sözler çıkardı karşıma...

İnsan, her sabah doğan güneşten utanır. İnsan, er ya da geç gelen mevsimlerden utanır...

İnsan onca yıl susuz bıraktığı Tanrısı’ndan utanır...

İnsan, bunca işarete, bunca özleme rağmen bir türlü gidemediği yerlerden utanır...

İnsan, yanan bir hayattan onca yıl bir kurtuluş beklediğine utanır...

CEZMİ ERSÖZ

AyaKüstü YaŞanmıŞ öLüMSÜZ aŞK HiKayEleri

1.)bildiğim kendimi bildim bileli aşık olduğumbildiğim ancak aşıkken varolduğumişte bu yüzden, benim için aşık olmak;çoktandır hasretine katlandığım yokluğum.'eğer aşktan söz edildiğini duymamış olsalarhiçbir zaman sevemeyecek olan insanlar vardır,'demiş La Rochefoucauldbenimse hep böylelerini severek başladı vurgunum
2.)her durakta ölümsüz bir aşk edineceğimbir bakıştan, bir duruştançağrışımın sonsuz hızındanunutulmaz bir sevgili daha bırakacağım ardımdabelki de yaşanabilecek en güzel serüveniterk edeceğimdaha otobüsün ilk basamağında.kim bilebilir ki?sonrayı, sonrasını kim bilebilir?gizli gizli veda edeceğim ona, görmeyecekve bu duyguyla burkulmuş yüreğimotobüs camına bağrında bir ok ilebir aşk levhası çizecek, ah min-el!bu da ötekiler gibikendisini ölesiye sevdiğimi bilmedenyaşayıp gidecek
3.)şimdi hemen kalksam buradanhemen çıksam uzun sokaklardan birinekiminle karşılaşabilirimkime vurulurum ölesiye, eve dönmedengeceme kuzguni bir cehennem gibi eklenenbir ölümcül sevda hangi köşe başındakeser yolumubir tenhaya ulak olano suret avıbırakır mı yakamıharacı ödenmedenbırakır mı yakamıbir suretten, bir şiirden, bir hüzündenak kağıda düşürülmüşimzasını görmedenbırakmazlar yakamı, bilirim, ben ölmeden
4.)hangi aşk mümkündür aşığı öldürmedenher aşk, her şiirardından uzun uzun bakılan adı bilinmedik sevgilerden,küskün omuzlu terk edilmişliklerden,perspektifinde hep bir sokak taşıyano sessizo faili meçhul cinayetlerdenresim altı sözcüklerdenaşk mümkün olsa idi ah, aşığı öldürmeden
bırakır kı yakamı kağıdın ölüm beyazı suretielle bilenmiş sözcükler,yüreğime sokulan serüvenin hançer tadınabzımın atışına ayak uyduran veznindegece adımları şiirleriminbırakır mı yakamı yaşadıklarımıdökmeden imgelerin giysilerinehayatın maskelenmiş gerçekliğineupuzun bir mesafeyle yeniden sokulmak içinyeniden ve yeniden
Murathan MUNGAN

ÖĞLEDEN SONRA 2 BİRASI

hiçbir şeyin önemi yok
bir yatakta debelenmekten başka
ucuz hayaller ve bir birayla
yapraklar ölürken ve atlar ölürken
ve ev sahibeleri
koridorlarda dikmiş
gözlerini bakarken;
canlıdır müziği çekilmiş perdelerin,
sinek sürüleri
ve patlamalar sonsuzunda
son insan'ın mağarası;
hiçbir şeyin önemi yok sızdıran lavabodan başka,
boş şişeden,
keyiften,
kıstırılmış
bıçaklanmış ve traş edilmiş
gençlikten başka,
kendisine sözcükler öğretilip
ölsün diye
arkası yastıkla desteklenmiş
gençlikten başka.
Charles BUKOWSKİ
(Bu şiiri hatırladınmı lolla.)

ÖZLEMEDİM SENİ

Hiç özlemedim seni
Özlemek dostluktandır dostluğundan öte bulmalıyım seni
Sıcaklığını bulmalıyım dokunuşlarını, kenetlenişi
Terimizle sulanmalı yeryüzü güneş terimizle ışıldamalı sabah olunca
Apansız fırtınalar çıkmalı sarsılmalıyım
Özlemek yanında olmak isteğidir gülüşünü görmek biraz da
Hiç özlemedim seni
Saçlarına gül takmam bir ırmak gibi akıtırım ovaya soluğunla yanar dudaklarımın bozkırı
Akkor halindeki ufuk bakır bir tel gibi eriyip gider
Kraterler ortasında kalırım

SU ÇÜRÜDÜ

1-_Yetmiş iki gündür bir dolapta kilitliyim. Yalnızca anahtardeliğinden hava giriyor ve ölü bir ışık sızıyor içeri. Yalnızlık hiç de tanrısal değil, görkemli değil. O yalnızca geçmişle gelecek, ölümle yaşam arasında kocaman bir karanlık nokta. Geçmişi ve geleceği olmayan, ölümle yaşam arasında irinli bir leke yalnızlık denilen. Şimdi ne varsa, anahtar deliğinden sızan havayla ışıkta... (Farkına varsalar, kapatırlar mıydı onu da?)Bütün belleğimdekileri yokettim. Elektrikli bir aygıyla yaktım, jiletle kazıdım. Çığlıkların aralığından uçurdum hepsini, küledip savurdum. Adımdan gayrısını bilmiyorum.
2-)Zamanı yiyip bitirdi karanlık. Gece yoktu. Güneş çoktankömürleşmiş ve yeryüzü yapışkan bir karanlıkla örtülmüştü. Yabanıl sesler geliyordu derinlerden ve karanlığı ince bir bıçak gibiyırtıyordu. Saklayan kırbaç gibi... Acı duvarını aşan bu sesler, madeni bir gürültüye dönüyor ve yerkabuğunuzorluyordu artık. Sesim yoktu. Karanlığın karnında yitirdimsesimi. Kör bir kuyuda unutulan Yusuf'tum belki. Ama durmadan soruyorlardı. Tanrılar bilmiyordu sordukları şeyleri, peygamberler büsbütün hain çıkmıştı. Ama yine de soruyorlar, soruyorlar, soruyorlar...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
3-)Iki şeyi bilmek istiyorum. (Belki aynı şeyi iki kere bilmek istiyordum.) Duvarların rengi neydi? Derimin rengi neydi?Dokunuyorum duvarlara; parmak uçlarımla, avuçlarımla, dilimle dokunuyorum. Duvarların bir rengi olmalı. Ama hiçbirduvarcının, hiçbir ressamın bu rengi bildiğini sanmam. Adıyoktu bu rengin, kimyası yoktu. Belki renksizliğin rengiydi bu. Çürüyen bir bedenin kokusuydu duvarların rengi...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
4-)Bir böcek gibi antenlerimi gezdiriyorum bedenimde. Anahtardeliğinden sızan ölü ışıkta ellerime bakıyorum. Ellerim... Sanki bir kadının memelerini hiç okşamamış, sicaklığını duymamış. Ellerim... Her dizesi çığlık olan şiirleri hiç yaratmamış sanki. Nebeyaz tenliyim artık, ne esmer, ne de kara... Cüzzamlının, vebalının bir rengi vardır. Irinin bir rengi... Ölünün bile bir rengi vardır ama derimin rengi yoktu. Belki çürüyen bir kentin rengiydi bu. Çürüyen bir dünyanın...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
5-)Kıllı, ayakları üzerinde duramayan bir yaratıktım artık.Soyumun neye benzediğini unuttum. "Insana benziyorlardi"diye duymuştum bir vakitler. Demek ki şimdi maymun halkasında insanlık...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
6Ağzımı anahtar deliğine dayayıp havayı emiyorum. Böceksokması gibi bir yanma duyuyorum boğazımda. Oysa kuru biryaprağı bile dalından düşürecek gibi değil bu esinti. Belki çöle dönmüş toprağa tek yağmur damlasının düşüşü yalnızca.Çamur gibi bir yağmur damlası... Ama toprak, bu damlayla çatlatacak bağrındaki tohumu. Çöl, bütün vahalarını bu damlayla yeşertecek... Genzim yanıyor. Ince bir kan şeridi sızıyor dudaklarımdan. Kirli, sıcak ve simsiyah...Adımdan gayrısını bilmiyorum.
7-)Suyum, bir litrelik karton süt kutusu içinde. Yetmiş iki gündürsakındığım ve hergün ancak bir kere dudaklarımıdeğdirdiğim... Dilimi bir köpek gibi değdirdiğim. (Dilin suyadokunuşu... Bir süngerin denizi yutuşu yani. Bir çölün seraba kesilmesi bir an için.) Her gün ancak bir kere değdiriyorumdudaklarımı suya. Dilimi kaçırıyorum artık. Sünger, bütünvantuzlarını birden uzatmasın diye... Bataklıktaki suyun da birsu yanı vardır. Çürüyen bir bedenin bile dayanılabilir kokusuna. Kutuda kalan son bir yudum su, bu bile değildiartık. Küstü, öldürdü kendini su...Su çürüdü...Adımdan gayrısını bilmiyorum…
AHMET TELLİ

2 Mayıs 2009 Cumartesi


Defolup gitmeli, defolup gitmelisinde,ya da sen kal ben defolup gideyim...
Uyumadan gitmeliyim uyursam kalırım,kal diyeceksin gene.
Gitme ama gitmem gerek deyip gene seni kandıracam oysa ki kendimi kandırırken.
Son bulmalı,gene sürünmeli gene,allah bullak olmalıyız,çünki alışkanlık oluyorsun sende,
lanet olasıcası bir alışkanlık.
Midem bulanıyor gene,içkiden değil hep aynı defolup gitmelerden...