19 Aralık 2008 Cuma

MAVİ

Mavi gül efsanesi
Uzun çok uzun yıllar önce mutluluk ve güzellik içinde yaşayan bir topluluk varmış. Başarılı, sevecen,dürüst insanlarmış bunlar. Bu toplumu çekemeyen komşuları ise mutluluklarını bozmak için çeşitli planlar kurar dururlarmış. Amaçları ise kaleyi içten işgal etmekmiş. Hemen işe koyulmuşlar tabii. Kısa bir zaman sonra bu mutlu toplulukta isyanlar ve kavgalar başlamış. Bunu fırsat bilen diğer topluluklar ise hemen savaş açmışlar. Kendi iç savaşları yetmezmiş gibi , diğer toplumlarla yıllarca savaşıp iyice yılan bu insanlar göç etmeye karar vermiş. Savaştan arta kalanlar yollara düşmüşler huzuru bulmak için. Dolanıp durmuşlar. Ve bir gün bir tipinin ortasında kalmışlar. Ama ne tipi; tam onbeş gün sürmüş. Bittiğinde ise bulundukları yerin dağlarla korunaklı bir yer olduğunu keşfetmişler. Güneşin güzel ışınları karlarda dans ederken, uzakta başını gökyüzüne kaldırmış duran MAVi bir GÜL görmüşler. Saatlerce bu güle bakıp hayal kurmuşlar. Bu gül onları öylesine etkilemiş ki, çiçeğin sihirli bir gücü olduğuna inanmışlar. Nasıl inanmasınlar ki soğuk bir bölgede sıcağı seven bir gül duruyor. Bu çiçeğin onları koruyacağına inanmışlar ve oraya yerleşmeye karar vermişler. Yıllarca mesut yaşamışlar; eski güçlerine tekrar kavuşmuşlar bu bölgede. Tabi biricik gülleri de onları yalnız bırakmamış; her yıl ayni yerde ve zamanda çıkmaya başlamış. Ünleri yine tüm dünyayı sarsmaya başlayınca herkes şaşırıp kalmış bu işe. Gel zaman git zaman bir gün MAVİ GÜL çıkmamış. Hemen ertesinde ise o mutlu toplulukta kaybolmuş. Ticaret yapan kervanlar bir gün bu ülkeye gelince o topluluğu bulamamışlar. Hiçkimse o güzel insanların ve gülün akıbetini çözememiş. O toplumdan ise sadece ağızdan ağza söylenen şu sözler kalmış : " - Saflığın, Dürüstlüğün, Sevginin, Onurun, Mutluluğun, Özgürlüğün Çiçeğidir Mavi Gül. Bizler bu çiçek sayesinde sevgiye ve özgürlüğe ulaştık; Yaşamın gizemine eriştik... Şimdi ise mutluluğa eriyoruz. Size bir armağanımız olacak. Mavi Gülü size de bırakacağız; Yaşamın anlamını öğrenmeniz için. Bu EFSANE ÇİÇEK dünyanın herhangi bir yerinde ve herhangi bir zamanda ortaya çıkarak sizi şaşırtacak. Onu görenler ise dünyanın en bahtiyar, en mutlu ve şanslı insanları olacaklar. " İşte efsane böyle. İnanıyoruz ki herkesin hayalinde yaşattığı bir Mavi Gülü vardır. Mavi Gül zerafetin ve sevginin simgesidir. Siz de sevdiğinize sevginizin simgesi olan Gül verin. Mavi Gül Efsanesi, Sevginin ışığı ile yolunuzu aydınlatsın.
“Bunu önceden hissetmiştim” duygusu
1. (Temmuz 1998) Bakırköy’deyim, kalabalık, sıcak, bunalmışım, bir yerlere yetişmem lazım, insan yığınları arasından kendime yol açmaya çalışıyorum. Derken bir ses işitiyorum, kavga eden birileri var gibi. aldırmadan geçiyorum, bir iki adım ilerliyorum, sonra birden bir şeylerin ayrımına varıyorum, adamın biri bas bas bağırıyor –burası normal- ama acayip olan bir şey var o insan kalabalığında hiç bir duraksama yok Nasıl olur! Neden insanlar kavgayı izlemek için durmamış? oysa biz sokak kavgalarını izlemeye bayılırız. Neden insanlar görmezlikten geliyor? Şaşırıyorum, yavaşlıyorum, merakla sesin geldiği yere kafamı çeviriyorum, gelip geçenlerin arasından bağıran adamı görmeye çalışıyorum, derken görüyorum; tekerlekli sandalyede 25-30 yaşlarında, esmer, yakışıklı bir adammış bağıran. Arkasındaki -sandalyesini iten-, kan ter içinde kalmış –annesi olduğunu sandığım- kadına bağırıyor. İçim cız ediyor, Kızıyorum; ama kadına mı adama mı! Hatırlamıyorum.
2. (Eylül 1998) Havaalanındayım; ağır bir ortopedik ameliyatın ardından dinlenmek için bize gelen teyzemi karşılayacağım. Teyzemi salondan arabaya kadar götürmek için görevlilerden tekerlekli sandalye alıyorum. Sonra beklemeye başlıyorum. Uçak biraz gecikiyor, sıkılıyorum, salon kalabalıklaşmaya başlıyor. Yaşlı bir teyzenin ayakta durduğunu görünce yerimi ona vermek için kalkıyorum. Yanımdaki tekerlekli sandalyeye oturmak için hamle yapıyorum. Bir anda ürperiyorum! Bakırköy’de tekerlekli sandalyede annesine bağıran adam geliyor aklıma. O sandalyedeki kişi benmişim gibi hissediyorum. Oturmaktan vazgeçiyorum. Yanımdaki sandalyeye korkuyla bakıyorum. Kaderin, sandalye ve beni ikinci kez yan yana getirdiğini düşünüyorum. Oysa o güne kadar tekerlekli sandalyeli hiç bir anım yok; ne sandalyeli birisini gördüğümü ne de sandalyeye dokunduğumu hatırlamıyorum. Düşünmemeye çalışıyorum, öyle ya “ne alakası vardı ki!” Ama olmuyor, “sanki insanlar beni görmezlikten geliyor!” Korkuyorum, gerçekten..!
Aradan günler, haftalar hatta aylar geçiyor. En alakasız zamanlarda dahi bu iki olay aklıma geliyor. Hani çocukluğumuza dair bir iki görüntü kalır ya hafızamızda... Hani yüz yaşına gelsek de aklımızdan çıkmaz... Hani torunlarımıza; “biz çocukken...”le başlayan hikayeler anlatırken hep o görüntüleri hatırlarız... işte öyle bir şey.
Yaşadığım bu iki olay da benim hafızamda öyle yer etmişti. Nerdeyse her gün, sandalyede oturan adamı, arkasında üzüntü ve sabırla onu iten annesini ve havaalanında hissettiğim korkuyu hatırlıyordum.
Ta ki o güne kadar...
O gün(12 Mayıs 1999) Ankara’dayım mutluyum, umutluyum, yürekliyim, ... ... ... ... kanlar içindeyim; yapış yapış, kendimi “sıcağın altında bırakılmış eşek ölüsü gibi” hissediyorum öldüğümü düşünüyorum, sedye görüyorum, ambulansa taşıyorlar, ambulansın kapısına kolumu çarpıyorum; gülüyorum, filimler geliyor aklıma, gene gülüyorum, ... ameliyat masasındayım, hemşire bir şeyler soruyor, gülüyorum, “bir kere öpebilir miyim?” diyorum, hemşireye, herkes gülüyor, ama öptürmüyor. ... yoğun bakımdayım, sürekli narkoz veriyorlar, arada uyandığımda hep aynı şeyi hatırlıyorum -sandalyede oturan adamı, arkasında üzüntü ve sabırla onu iten annesini ve havaalanında hissettiğim korkuyu-
Gülmüyorum!

6 Aralık 2008 Cumartesi

Ney Ne İçin İnler? Ya biz?...

Mevlana'yı vefat yıl dönümünde anarken,yıllar önce radyo programımda okuduğum ve çok ilgimi çeken “neyin”hikayesini anlatmak istiyorum.Şüphesiz Mevlana denince akla Konya şehrimiz,semazenler ve de ney gelir ve ben öğrenene kadar ,küçükken Mevlana ‘nın Konya'da doğduğunu ,ve oralı olduğunu ,orada doğup büyüdüğünü sanırdım ve Mevlana Hazretleri'nin de oturup ney üflediğini düşünürdüm.Çünkü zihnimde çocukluğumdan kalma bu ve buna benzer kareler çoktu…Zamanla,büyüdükçe bildiklerimizin,öğrendiklerimizin eksikliğini ya da yanlışlığını anlıyoruz. Mesela Mevlana Celaleddin Er-rumi(30 Eylül 1207-17 Aralık 1273) Bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan'ın Belh şehrinde doğmuş.Konya'da değil.
Benim asıl maksadım,- ney ne için inler ?-Diye sorup,neyin hikayesini anlatmak.Ney alemi kuşatan”büyük sırrın”sesidir.Yanıktır.Yakar.Her nerede üflenirse üflensin bulunulan ortamın nahoşluğuna inat kendi aşkını ve derdini öne alan,baskın çıkan,”alet edilemez”bir inleme gibidir.Diğer tüm sazları gayri meşru şarkılarda kullanmak mümkündür,ancak ney öyle değildir.O alet olmaz.Nerede olursa olsun kendi gündemini ,ilahi aşk ateşini bir anda en ön sıralara oturtuverir.
Neyin çıkış öyküsü şöyle anlatılır:”efendimiz(sas) Mirac'da ilahi güzelliği temaşa ettikten sonra içine düşen aşk ateşinin şiddetine dayanamayarak sırrı damadı Hz.Ali'ye nakleder.Bu sefer O aynı aşkla yanmaya başlar ve sonunda tahammül edemez hale geldiği için gider,kör bir kuyuya derdini açar.Bir gün Efendimiz (sas) ashabıyla gezinirken kulaklarına Hz.Ali'ye anlattığı sırrın sözleri çalınır.Hayretle sesin geldiği tarafa yaklaştığında kör kuyunun içinden yükselen bir kamışın rüzgarda sallandıkça sırrı ifşa ettiğini görür.
Neyin üzerindeki dokuz boğum,insanın sadece misafir olduğu dünyaya dokuz ayda yolculuk ettiğini,üzerindeki yedi nota perdesi ise insanın kemale erme yolunda baş etmesi gereken yedi kat nefse sahip olduğunu anlatmaktadır.Ney ile olgun insan bir diğerinin örneği ve temsilcisidir.Çünkü ney ,yetiştiği kamışlıktan kesilip ayrılmış,göğsüne ateşle delikler açılmış,başına ,ayağına,hatta boğumlar arasına madeni halkalar ve teller takılmış,koparıldığı yerdeki rutubetten mahrum kalmış,bundan dolayı kupkuru ve sapsarı kesilmiştir.İçerisi tamamıyla boştur.Ancak neyzenin nefesiyle dolar.Kendi başına kalırsa ne sesi çıkar ne sadası.Dolayısıyla Mevlana Hazretleri bir rubaisinde “Ney'i dinle ki neler neler söylüyor.Allah'ın gizli sırlarını tekellüm ediyor.Yüzü sararmış,içi boşalmış,başı kesilmiş,yahut neyzenin nefesine terk edilmiş olduğu halde dilsiz ve kelamsız ,Huda Huda aiyor.”buyurmuştur.İşte Ney bunun için inler….

3 Aralık 2008 Çarşamba

offf kahvem bitti.
yorum yazamıyorum sana nerden di bu yaaaaaaaa:)
sinir oldum
s
Şimdi uykusuz olan benim işe nasıl gidecem bilmiyorum:) Raporlar tamamdırrrrr. Deli kızım dinle mandalina isterim:)Şarkı listesimi? ne şarkısı biz şarkıyı yazar,sonra sözleri ekleriz,besteye sonra bakarız.Ne yapıyorum bu saatde tutkum yanımda,kahve fincanım baş köşede,başımın üstünde üçleme.Gelme diyorum tam orda